Akademisyen

Hasan EJDERHA

AKADEMİSYEN-1

 

Üniversite mensubuydu babam.

Üniversitede ambar memuru.

Benim üniversite mensubu olmam eskilere dayanır.

Ortaokul, lise yıllarında babamın iş yerine, gidip gelmişliğim çoktur.

Yani bana, anadan doğma üniversite mensubu deseniz yeridir.

Asker bir aileden geliyorum demeyi çok isterdim aslında. Hatta hariciyeci, gazeteci veya babadan dededen parlamenter bir ailenin çocuğuyum; annem ünlü ressamlardan (………..); Olsun, üniversite mensubu bir aileden geliyorum. Bu az şey mi?

sonra, şu bazı sözcüklerle biten soyadları var ya! Soyadımın da öyle olması yanında annemin, falan paşanın, bilmem kaçıncı göbekten torunu olduğu gelirdi tabii Buna; ninemin ünlü bir piyanist, halamın balerin olduğunu ekledim mi, nasıl da yakışırdı bana.

Ama olsun, üniversite mensubu bir aileden geliyorum. Bu az şey mi?

 

 

Dedim ya, babam ambar memuruydu üniversitede.

Ambar memurluğunun önemini bilen bilir.

Üniversite rektörü bile bir tek kalemi, bir parça kağıdı babamdan istemek zorundaydı.

Tabi babam asil adam; hiç istetir mi bunları rektöre.

Kırtasiye alımı yaparken, o firmalardan, satın aldıklarının dışında eşantiyonlar isteyip, üniversitenin en üst düzey yöneticilerine hediye paketleri sunardı.

Çoğu zaman onların çocuklarını, torunlarını da ihmal etmezdi ki, yöneticilerin eşleri, aileleri de pek severdi babamı.

Ama, sonunda babam yapacağını yaptı.

Emekli olunca,onca asaletini bir tarafa bırakıp, köye göçtü.

Göçtü de olan bana oldu.

Az mı çektim evlenirken.

Kızın ailesi soruyor; hangi mahallede oturuyorsunuz?

Falan köyde…

Baba yapılır mı bu bana?

Aileler arası tanışma yemekleri…

Hadi anamı babamı alıp yemeğe geldik kız evine.

Hop, bir hafta sonra bizim eve gelinecek; köye…

Nasıl olacak bu? Çamurun, tezek kokularının içinde.

Kaynanamın, evleneceğimiz kızın ve yanlarında getirdikleri hanımların yüzünün eğrisine dayan dayanabilirsen.

Gerçi babama hak vermiyor da değilim bir taraftan.

Ne yapsındı adam. Büyük babam ölünce tarla takım ortada kaldı. Babannem desen yatalak.

Fakat anlayamıyorum;  koskocaman üniversite ambar memuru, Ökkeş Danagüdenoğlu köye göçtü ve köyde yaşayacak. Üniversitede, Danagüdenoğlu dendi mi, orda durmak gerekirdi; öğretim üyesinden memuruna, daire başkanından rektörüne kadar.

Emekli oldun, güzel…

Şehir kulübüne git, orada otur emeklilerle be adam.

Ne bileyim oyun falan oyna; pipo iç.

 

Arkadaşlar bana buğuz ediyorlarmış.

Üniversite okurken, şu birlikte kaldığımız arkadaşlar.

Her ne kadar da, üniversiteyi bitirmemde unutamayacağım yardımları dokundu; yüksek lisans, doktora yapabilmem hususunda büyük katkıları oldu ise de, benim gibi ileri görüşlü olamadıklarından dolayı, aramızın açıldığı arkadaşlar.

Aslında onlar arayı açtı.

Neymiş efendim? İmam hatipliliğimden, ekmeğini yediğim cemaatten utanmalıymışım.

Ben utanılacak ne yaptım Allah aşkına. Aslında esas mevzu şu:

Biz  bu arkadaşlarla birlikte doktora yaptık.

Beş seneden fazla, doktoralı öğretim görevlisi olarak çalıştıktan sonra, ben kadro aldım ve Yardımcı Doçent olarak atandım.

Tabiatıyla çekemediler beni.

Neymiş efendim? Ben fikri yapımdan uzaklaşmışım.

İçkili yemeklere katılmaya, içki içmeye başlamışım; imam hatipliliğimden utanmalıymışım.

Hele bir sabredin; bizim de bir bildiğimiz var herhalde.

Fikri yapımdan biraz uzaklaşmış olabilirim; hele bir bekleyin.

Yardımcı Doçentlik kadrosunu almak kolay mı.

Siz benim ne çektiğimi biliyor musunuz?.

Bir de; neymiş efendim.

Yıllardır sözlü olduğumuz dayımın kızı ile evlenmeyip, başka bir kızla evlenmişim.

Yok ya! o kadar da değil; evlenmeyip de ne yapacaktım bu kızla.

Yoksa kadro alma ihtimalim var mıydı; sorarım, beni eleştirenlere.

Sizin gibi doktoralı öğretim görevlisi olarak kalaydım değil mi.

 

Sanki benim canım çıkmıyor; Beyza’nın durumuna.

Beyza köydeki dayımın kızı oluyor. Eski sözlüm.

Allah için iyi kız.

Biçki-dikiş, nakış, halı, bitirmediği kurs kalmadı.

Kur-an desen, çocukluğundan beri büyük babam okuttu zaten.

İyi kız, güzel kız ama ben ne yapayım Beyza’yı?

Söylesenize; Beyza ile balolara, kokteyllere nasıl katılabilirdim?

Sorarım size; o balolar ve kokteyllere katılmasaydım nasıl kadro alabilirdim?

Bir de, arkadaşların şu benzetmelerine sinir oluyorum.

Bak hala arkadaşlar diyorum; görüyorsunuz.

Elbette arkadaşlarım.

Neden anlamak istemiyorlar ki beni?

Neymiş efendim? İnsan, inandığı gibi yaşamıyorsa, yaşadığı gibi inanmaya başlarmış.

Kim demiş ben yaşadığım gibi inanıyorum diye?

Yahu bu yaptıklarım benim inandıklarım değil ki.

Sanki ben o balolarda sıkılmıyor muyum.

Bir kısmını, hanımı kırmamak için yapıyoruz.

Diğerlerini de biliyorsunuz; kadroyu kapmak için yaptım. Doçent olana kadar.. İşte, yani…

Artık namaz kılmıyor olmama gelince; o konuda, kim ne dese haklı. İçimde apağır bir yük ki, sormayın. Gittikçe de taşınması güçleşiyor bu yükün. Bir de rahmetli büyük babamın yüzü gözlerimin önüne gelince nasıl utandığımı eklerseniz tüm bunların üstüne; varın siz anlayın halimi ve canımın nasıl yandığını.

İğne vurulurken canımız yanmıyor mu?

Ama sonunda iyileşiyoruz değil mi?

Şimdi canım yanıyor olabilir bazı hususlarda.

Doçent olunca görün siz beni.

Nasıl benzetme yaptım ama? Akademik benzetmem cuk diye oturdu değil mi?

Aslında benim kadro alamam ras gele değil görüyorsunuz.

Bu üniversitede önemli bir akademisyenim ben.

Farklıyım bizim  arkadaşlarımdan; akademik bilgi olarak da, kültür olarak da farklıyım.

En azından ileri görüşlüyüm değil mi? Buna sizler de hak vereceksiniz.

İstesem bu konuda onlarca dipnot bile düşebilirim.

 

Geçen İsmail hocam çağırdı.

Ben de bir şey söyleyecek sandım.

Halbuki onu ne kadar çok severdim. Beni anladığını düşünüyordum.

Ona da kırıldım.

“Gel! sana bir şey anlatacağım” dedi.

Ben de sevine sevine gittim. Ne bileyim adamın niyetini.

Sana da aşk olsun İsmail hoca!

Yahu ben meşgul bir adamım. Hazırlandığım sempozyumlar var.

Gönderdiğim tebliğ özetlerine olumlu cevaplar aldım mesela.

Anlarsınız; akademisyenlik bilindiği gibi kolay değil.

Onca işimin içinde.

Bakar mısınız adamın anlattığı şeylere…

Bir köy varmış da. O köyün ve her köyün ağası varmışmış.

Abdallar demişler ki.

Abdallar var ya; şu müzisyen vatandaşlar.

Her neyse.

Abdallar kendi aralarında toplanıp, her köyün ağası var, bizim de ağamız olsun demişler.

Giyindirmişler, kuşandırmışlar; kara yağız, en babayiğit bir delikanlılarını, köye salmışlar.

Arkasından da takip etmişler; bakalım tepkiler nasıl olacak diye.

Ağaları köy meydanından geçtikten sonra

Orada oturan kalabalığa sormuşlar:

“Bizim ağa geçti mi buradan?” diye.

Köy meydanında oturanlar:

“Ne ağası?” demişler.

Bu cevaba bozulan abdallar:

“Ağalar etmeyin, nasıl görmezsiniz. Şu boyda, bıyıklı, uzun saçlı, şöyle şöyle elbisesi var.”

Meydanda oturan köylüler:

“Haa! Şu abdal çocuklarını mı soruyorsunuz? Şimdi geçtiler.”

Abdalların ileri gelenlerinden birisi, ağa olarak seçtikleri delikanlıya seslenmiş:

“Gelin lan gelin, herkes tani”

E, bunun benimle ne alakası var da, hoca, bıyık altından gülerek bana anlatıyor.

Yok yok, beni gerçekten çekemiyorlar.

 

Bu arada bir tanıdık araba gelmedi ya.

Ben de niye bu kadar geç kaldım ki?

Be adam! işlere dalacak ne vardı o kadar.

Servisi kaçırdın; hadi bakalım tabana kuvvet.

Yahu o kadar yol da yürünmez ki.

Nasıl olsa üniversite tarafından çıkan bir araba gelir.

Üff! Üstüm başım da çamur olmuş

Gene hanımdan kalayı yiyeceğiz.

Tabi çamur olacak.

Çamurda yürüyoruz, elbette çamur olacak.

Ben de, biraz dikkatsiz mi yürüyorum nedir?

Lan hala çoban tarafımdan kurtulamadım.

Akademisyen olduk; hala çoban gibi yürüyoruz.

Dikkatli yürümesini bir öğrenemedim gitti.

N’olurdu güzelim mobileti eve bağlamasaydık.

Neymiş? Hanımefendi utanıyormuş halimden.

Koskocaman öğretim üyesi mobilete binmezmiş.

Bir de yağmurlu günlerde, tepemden bir muşamba çekiyormuşum ki, rezil bir görüntüye bürünüyormuşum. Hatta görüntü kirliliği yaratıyormuşum.

Bak bak! Görüntü kirliliği yaratıyor muşum.

Muşamba çekmeyip de ıslanayım mı?

Sen, bütün bunları, şu ne işimize yaradığını bilmediğim eşyaları alırken düşüneydin.

Neymiş efendim? Koskocaman öğretim üyesinin eviymiş.

Bir araba alaydık ya o kadar paraya.

Eşyaların kredisini ödeyince, sıra arabaya geliyormuş.

Ben böyle zayi olduktan sonra.

Yahu neden bunların hepsine hanım karar veriyor?

 

Hala bir araba gelmedi ki el kaldırıp binelim ya…

Şu önümüzdeki ay ne yapacağım bilmiyorum.

Üç tane sempozyum var.

Hoca hazırlık yapalım diyor.

Yapalım diyor da, sadece ben hazırlanıyorum.

Ohh! Ben her şeyi hazırlıyorum.

Hoca gidip sunuyor veya yayınlıyor.

Onca hazırlığın köşesinde, kıytırık bir yerinde, adım yazıyor.

Bu kadar işin ortasında, bir de babam:

“Önümüzdeki ay senelik iznini al köye gel” diyor.

Ne yapacakmışım köyde?

Bağların bahçelerin tımar vaktiymiş.

Bağ bahçe budanacak; kazılacak.

Yapma baba, gözünü seveyim; bir de sen etme.

Bir kere yalnız gitsem; “hani karın? kadın kısmı evde yalnız bırakılır mı?” diyecek.

Hanıma köye gidelim desem.

“İiih! Gidemem ben, o pislik içine; duş yok, banyo yok, tezek kokusu bir yandan.” diyor.

Bunca akademik çalışma beni bekliyor.

Sonra senelik iznimi nasıl alayım?

Akademik takvim buna izin vermiyor ki.

Genelge var: İzinler eğitim-öğretim dönemi dışında kullanılacak.

Hem öyle olmasa bile, yaz tatilini ne yapacağız?

Yazın tatil yapmazsa, ölür bizim hanım.

Hatta önce delirir, sonra ölür.

İyice yanmazsa, nasıl gösterir kollarını, omuzlarını, bacaklarını.

“Bu sene falan yerdeydik şekerim; harika geçti tatilimiz, çok beğendik.

Ayol seneye siz de orayı tercih edin.” Şeklindeki cümlesini nasıl kurar, tanıdığı hanımlara.

Anlamıyorum şu şehirlilerin kapkara yanma merakını.

Oysa bizim köyde, tarlada çalışan kızlar gelinler; yüzlerinin bembeyaz kalması için, tülbentle sararlardı. İyi de yaparlardı. Yanmak bir yana; yüzleri daha da beyazlaşır tazelenirdi.

Bu lafların arasında, Beyza’nın yüzü de nerden gözlerimim önüne geldi ki.

Ne güzel yüzü var Beyza’nın.

Aman Allah’ım o ne güzel kız ya.

Acaba, halâ anama yardım ediyor mudur?

Ya birisi isterse Beyza’yı.

Höst ordan! Elbette isteyecekler, sana ne bundan.

Bilmiyorum. Bilemiyorum n’edeceğimi.

Yanlış mı yaptım yoksa?

 

Beyza ile evlenseydim nasıl olurdu acaba.

Elbette bu kokteyller balolar, yemekli toplantılar olmazdı.

Akademisyenlik de olmazdı belki.

Beyza’nın formatı uymazdı, bu toplantılara. Hadi uydurduk diyelim.

Uydurmuş olsaydık bile; zavallı Beyza, n’eder, ne konuşurdu ki, o insanlarla.

Hem onun ,orada: “Üff, ne ayıııp… Aman Allah’ım günah!” diye, hayretler içinde kalacağı, bir sürü şey olacaktı. Diğer taraftan, şu anda, evde karım yerine Beyza’nın olması; bu kadar pahalı möbleleri almak için kredi borcu altına girmemem demekti. Beyza’nın tutumluluğu sayesinde, araba bile alırdım belki. Sonra, bana yüz çeviren, cemaat evinde ekmeğimizi, harçlıklarımızı bölüştüğümüz arkadaşlarım; eşleri ve çocukları ile bize misafir de gelirlerdi. Oh be! Ne muhabbetler olurdu; gelsin çaylar. Hem o zaman çayı, ince belli narin çay bardağı ile içerdik.

 

Yahu bu arada şu memur kantini de olmasa, ince belli narin cam bardakla çay bile içemeyeceğiz. Öğrenci kantininde bile kağıt bardakla satılıyor çay. Hangi odaya gitsen, herkesin maşrapa gibi kupaları… Anlayamıyorum; o kupada çay içmekten nasıl zevk alıyorlar. İtiraf edeyim ben alışamadım. Ne yapalım, banal gözükmemek için mecburen biz de bir kupa edindik.

  

www.hasanejderha.blogspot.com
 


Hasan EJDERHA



SANA SUSUZLUĞUMLA SUSUYORUM



Damlamadı kelimelere mana

Yediğim bütün etleri kusuyorum

Çün artık haram kelimelerin eti bana

Söz bitti sana susuzluğumla susuyorum.





Ş İ İ R
 
Hasan EJDERHA
SEN BEN OLUNCA


Ben seni gördüm dün ben içinde
Neden sen yoktun bendeki sen içinde
Olduğum zaman yokum ve sen de yoksun içimde
Ne zaman görüneceğiz ikimiz sendeki ben içinde

Yürüyor hayat, hayatı yürüyorum bir biçimde
Sadece sen kalıyorsun bende, tüm yolcular gidince
Ben tükendikçe sendeki ben içinde
Sen çoğalıyorsun bendeki sen içinde
 

 
toplam 27526 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol