Bizim Bir Mahallemiz Var Mı?
 

Ali Yurtgezen
***

BİZİM BİR MAHALLEMİZ VAR MI?

      Medeniyetin, ağyarını mani olmasa bile galiba etrafını cami en pratik tarifini Raymond Williams yapmış ve demiş ki, “medeniyet, organize edilmiş sosyal hayattır”. Organize edilmiş sosyal hayatın bir yerleşme ve yaşama tarzı olarak ancak “şehir”de gerçekleştirilebilmesi sebebiyle bütün medeniyetler şehirle irtibatlandırılmış. Nitekim “civilication” gibi “medeniyet” de kelime olarak “şehir” (medine)’den türetilmiş ve “şehirleşme” demek. Yine medeniyetin, yani organize edilmiş sosyal hayatın bireyler üzerindeki etkisini, insan ilişkilerindeki tezahürünü göstermek üzere “medenî” veya “sivil” kelimesi bütün dillerde “şehirli” anlamı yanında “kibar, nazik” anlamını da taşıyagelmiş.

       Mahalle şehrin, dolayısıyla medeniyetin bir parçası. “Bizim, bize özgü bir mahallemiz var mı?” sorusu kaçınılmaz olarak “Bizim bir şehrimiz var mı?” ve “Bizim bir medeniyetimiz var mı?” sorularını davet ediyor. Halihazırdaki mahalle veya şehirlerimizin “sosyal yapı” olarak sağlıksızlığı, yanlışlığı ve plansızlığı bir yana, birer “sosyal sistem” olmadığı çok açık. Sosyal hayatın organize edildiği tutarlı bir yapı ve sistem kimliğiyle bize ait bir “mahalle”yi tarihte  bulabiliyoruz ancak. Bu yüzden “mahalle baskısı” tartışmalarında, bir taraf “nerde o eski mahalleler” nostaljisini dillendirmek, diğer taraf ise Osmanlı hukukundaki hükmî şahsiyetine göndermelerde bulunup zımnen de olsa geriliğini yahut çağdışılığını vurgulamak suretiyle mahallenin “geçmişe ait bir yapılanma” olduğu kabulünde birleştiler. Hülasa hem yapılanma hem sosyalleşme açısından bizim bugünkü mahalle veya şehirlerimizin tasarlanmış bir inşanın ürünü olduğunu söylemek mümkün değil. Nâzım planların varlığı ve bunların bazen başarıyla uygulanmış olması da bu gerçeği değiştirmiyor. Çünkü son tahlilde bu planların dahi bize ait bir iradenin eseri olmadığı, bizim ihtiyaç ve şartlarımıza uymadığı görülüyor.

Birçok sosyal yapı gibi mahallenin de bize özgü eski formunu, statüsünü ve fonksiyonunu yitirmiş olmasını, “ne yaparsınız, artık zaman değişti” teslimiyetiyle izaha kalkışanlar, çağın gereklerine direnilemeyeceği iddiasında bulunanlar, maruz kalmayı, kapılmışlığı meşrulaştıran bu tutumlarıyla en temel problemlerimizden birini ifşa ediyor, “neden bugün bizim bir mahallemiz, şehrimiz yahut medeniyetimiz yok” sorusunun cevabına böylece kapı aralıyorlar. Bugün bizim bir mahallemiz, şehrimiz, medeniyetimiz yok; çünkü biz yokuz. Geçmişteki medeniyet tecrübesiyle varlığını ispatlamış bize ait bir kimliğin resmen hükümsüz kılınması ve modernizmin rüzgârına kapılıp  sürüklenmenin bir çeşit “ilerleme” olduğu tevili, bizim de bir dünya tasavvurumuz, müdrikemiz, irademiz, ölçümüz, anlamımız olması lazım geldiğini, dolayısıyla kendimizi epeydir unutturdu.

 

Medeniyetler, faili olan iradî bir tasarımdır. İnsanı, toplumu, tabiatı, eşyayı tasarlarken bir kabuller manzumesinden yola çıkılır ve yine bu kabuller doğrultusunda belirlenen bir takım hedeflere ulaşmak amaçlanır. İslâm medeniyeti ile Batı medeniyeti arasında daha bu ilk merhalede, medeniyeti inşa eden failin kimliği, tasavvurları ve ölçüleri noktasında esaslı bir fark vardır. İslâm medeniyetinin banileri insanı, eşyayı ve kainatı aşkın bir kaynağın bilgileriyle tanımlar, sorumluluklarını, ne olması yahut nasıl olması gerektiğini bu çerçevede belirler. Bizde insanın âdemiyeti esastır. Medeniyet, fert ve toplum olarak insanın kemâl mertebesine yükselmesinin, böylece  iki cihan saadetine ulaşmasının zeminidir. Bugün artık iyice modernizmin rengine boyanan Batı medeniyeti ise insanın “beşer” yanından yola çıkar. Yalnızca aklın kılavuzluğunda beşerî istek ve ihtiyaçları en üst düzeyde karşılamayı hedefleyerek insanı sınırlı bir dünyada mutlu etmeyi öngörür. Fakat nefsin tatminsizliği ve bencilliği ile insan ruhunun sınırlı bir dünyaya kail olmayan yapısı bu öngörüyü gerçekleştiremediği gibi, çatışan, yarışan, birbirlerinin kuyusunu kazan bir toplum oluşturur. Batı medeniyeti, başlangıçtaki niyetine rağmen bir adım sonra, kuyu kazma ameliyesinin, çatışmayı en az görünür kılacak şekilde organizasyonuna dönüşür bu yüzden.

  
       Batı medeniyetinin tasarladığı modern şehir aksiyoner bir inşa değildir. Sanayi devrimiyle ortaya çıkan işgücü transferinin yol açtığı göç problemini yahut bu problemin doğuracağı yeni sıkıntıları, verimliliği gözeterek tolere etme, daha katlanılabilir hale getirme çabasının sonucudur. Batılı sosyologlar şehri daha çok ekonomik bir imkan olarak görür, kültürel gelişme ve değişmeyi bu imkâna bağlar. Şehir tipleri kantitatif unsurlar dikkate alınarak belirlenir bu anlayışta. Modern şehirde sadece kendini düşünen, başka şeylerle kendi çıkar ve konforunu ilgilendirdiği ölçüde ilgilenen insanların gelir seviyesine yahut sınıfına uygun mahalleler, semtler, siteler vardır. Tüketim ve konfor ile bunların getireceği statü yegane hedeftir. İmkanları ve konforu arttıkça diğer insanlara olan bağımlılığı azalan, kendini toplumdan tecrit eden, gittikçe yalnızlaşan şehirli; şehirden beklenen sosyalleşmenin aksine modern bir yabanileşmeye savrulmaktadır. Herkesin gittiği büyük alışveriş merkezlerine, tatil beldelerine, eğlence mekanlarına gittiği için özel ilişkiler kuramamakta, mahalle gibi daha dar muhitlerde iletişim problemi yaşamaktadır. Toplumun diğer kesimlerinden yalıtılmış mahallelerinde ötekine tahammül edemez, hayat hakkı tanımaz. Böyle olduğu içindir ki kenar mahallelere itilen ötekilerin kurduğu gettolar bugünkü modern şehirlerin en belirgin özelliklerinden biridir.


       Bizim medeniyetimizin şehirlerinde gettolar yoktur. Ne mahalle kendini sınıf yahut statü farkıyla başka mahallelerden tecrit eder, ne de fertler kendilerini başka fertlerden. Tipik örneklerini eski İstanbul’da gördüğümüz Osmanlı mahallesinin en bariz vasfı, şehrin bütün renklerini bünyesinde barındırmasıdır. Şurada bir paşa konağının yanında bir rençberin mütevazı evi vardır. Harem’den gelin gelmiş saraylı bir hanım, komşuluk münasebetleri çerçevesinde mahalledeki bütün kadınlara hal ile muaşeret öğretir. Fakiri de vardır zengini de. Akıllısı delisi, huylusu huysuzu, dindarı günahkârı, tıpkı hayatın kendisi gibi bir arada, iç içedir. Ortak temel değerlere saygısızlık etmediği, edep sınırını aşmadığı müddetçe kimse kimsenin özeline karışmaz. Sadece ikamete tahsis edilmiş sokaklarda evler birbirinin içine bakmaz. Tıpkı mahalleli gibi yan yana, omuz omuza birbirine destek olarak, aradan su sızdırmadan ayakta dururlar. Komşuluk mukaddes bir yükümlülüktür. Mahalleli birbirine misafir olur, birbirinin düğününe, cenazesine katılır, hastasını ziyaret eder. Çıkmaz sokaklar, kadınların ortaklaşa iş gördükleri mahrem alanlar olduğu kadar çocuklar için de her türlü tehlikeden uzak oyun sahalarıdır. Bizim geleneksel mahallemiz “ev”in büyütülmüş halidir kısaca. Dayanışma ve yardımlaşma esastır. Çünkü mahallenin de şehrin de medeniyetin de amacı “insanı mükemmelleştirmek”; insanın, beşeriyetinden âdemiyetine doğru yol almasını sağlamaktır. Onun için bizde “şehir” ve “şehirleşme”, “şehirlileşme”nin vesilesidir. “Şehirlileşme” doğrudan insanı gözeten, insanı inşa etmeyi hedefleyen bir kavramdır. Onun için bizde şehir tasnifleri Farabî’de olduğu gibi insan kalitesine göre yapılmış, mükemmelleşmek maksadıyla yardımlaşmak üzere bir araya gelmiş insan topluluklarının yaşadığı şehre “medinetü’l-fâzıla” denilmiştir.


       
       Osmanlı kaynaklarının, “aynı mescitte ibadet eden cemaatin aileleriyle birlikte yerleştiği şehir kesimi” şeklindeki mahalle tarifi, mahallenin de bir unsuru olduğu medeniyet telakkisinin beslendiği merkezi işaret etmesi bakımından önemlidir. “Mescit” ve “dergâh”lar medeniyetimizin temelindeki kabulleri öğreten, bu çerçevede medeniyet kuran failler; kendisi olan, kişilikli, kimlik sahibi fert veya toplumlar inşa eden merkezlerdir. Farklı medeniyetlerin geliştirdiği yapı veya sistemleri, o medeniyetin temel kabullerini gözetmeden tartışmak, bunları  birbirleriyle kıyaslamak, “mahalle baskısı” polemiğinde olduğu gibi bizi bir neticeye götürmeyecektir. Başlangıçtaki kabul yahut ölçülerinize göre mesela “çıkmaz sokakları” plansız şehirleşmenin göstergesi bir kusur olarak da, mahremiyetin ve güvenliğin sağlandığı başarılı bir çözüm olarak da değerlendirmeniz mümkündür. Nitekim Osmanlı şehirlerinde birlikte yaşayan farklı dinden insanlar, inançlarını, kıyafetlerini, hayat tarzlarını birbirlerine dayatmaya kalkmamış, bunları kendi ölçüleriyle tek taraflı değerlendirip bir “baskı” gibi anlamamış, medenîliğin gereği olarak inançların belirlediği bu farklılıklara saygı göstermiştir. Bu noktada belki çatışan özgürlüklerden hangisinin hangisine saygı göstermesi gerektiği sorulabilir. Medenî insanlar, başkalarının aşkın bir kaynağa dayalı inançları karşısında maddî yahut kişisel tercihlerinden feragat edebilecek olgunlukta insanlardır. Oruca inanmasanız da oruç tutulan bir muhitte alenen yeme içmeyi terk etmeniz, medenî olmanın icap ettirdiği asgarî bir saygıdır. Hinduların oturduğu bir semt lokantasında, canınız çekse bile sığır eti istememek de medenîlik, yani şehirliliktir. Elbette alenen yiyip içme, sığır eti yeme hak ve özgürlüğünüz vardır ama böyle durumlarda bu hakkınızı talep etmek de söz konusu özgürlükleri birbiriyle kıyaslamak da kabalıktır.


       Hulasa, mahalle baskısı tartışmaları etrafında geleneksel mahallemizin otokontrol sisteminden, bir inanç etrafında dayanışmasından, hukukun tanıdığı yaptırım gücünden, modern sosyolojinin yadsıdığı homojenliğinden şikayet edenler, mahallenin, medeniyet bütünündeki fonksiyonundan haberdar olmadıklarını ortaya koydular. Böyleleri başka sahih bir medeniyetin müntesibi “medenîler” olamadıkları içindir ki, artık tarihî bir vakıadan ibaret mahalleyi bile yine saygısız ve hoşgörüsüz bir  bedâvetle gündemde tuttular. Muhafazakâr tepkiler ise her zaman olduğu gibi geçmişte ait, fonksiyonelliği o günün şartlarıyla kayıtlı bir yapıyı bugüne taşıma gayretkeşliğiyle sınırlı kaldı.


       Fakat bu polemik bir hakikati görmemiz bakımından faydalı oldu. Eski veya yabancı bir medeniyet unsurunu, bir organizasyon tarzını, bir tasarımı bugüne ve kendi hayatımıza taşımak, medeniyet kurmaya, medenî olmaya, bize özgü şehirler ve mahalleler inşa etmeye yetmiyor. Önemli olan iman, incelik ve maharetin dünyaya müdahil olma iradesi şeklinde dışa vurmasıdır. Kendini bilen, kendinde olan, istek ve ihtiyaçlarını kendisi belirleyen insanlar haline gelirsek, neyi, nasıl, niçin tasarlayacağımız, problem olmaktan çıkacaktır.

       Epey bir zamandır kendimizde değiliz. Modern, kalkınmış, müreffeh Batı’nın “muasır medeniyeti”ne kötü kaptırmış, bu cezbe ile fena bulmuşuz. Onun için bugün bizim bir medeniyetimiz, bir şehrimiz, bir mahallemiz yok. Çünkü biz yokuz. 


MOSTAR Aylık Medeniyet-Kültür-Aktüalite Dergisi Sayı 33/38 


www.hasanejderha.blogspot.com
 


Hasan EJDERHA



SANA SUSUZLUĞUMLA SUSUYORUM



Damlamadı kelimelere mana

Yediğim bütün etleri kusuyorum

Çün artık haram kelimelerin eti bana

Söz bitti sana susuzluğumla susuyorum.





Ş İ İ R
 
Hasan EJDERHA
SEN BEN OLUNCA


Ben seni gördüm dün ben içinde
Neden sen yoktun bendeki sen içinde
Olduğum zaman yokum ve sen de yoksun içimde
Ne zaman görüneceğiz ikimiz sendeki ben içinde

Yürüyor hayat, hayatı yürüyorum bir biçimde
Sadece sen kalıyorsun bende, tüm yolcular gidince
Ben tükendikçe sendeki ben içinde
Sen çoğalıyorsun bendeki sen içinde
 

 
toplam 27507 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol