Yrd. Doç. Dr. Mehmet NARLI
 

 

Yrd. Doç. Dr. MEHMET NARLI
 İle "ŞİİR VE MEKAN" Kitabı Üzerine

Hazırlayan: Gizem Akyol

 


Mehmet NARLI

1963’te Kahramanmaraş’ta doğdu. İlk, Orta ve Lise öğrenimini bu şehirde gördü. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Bir süre edebiyat öğretmeni, araştırma görevlisi ve okutman olarak çalıştı.1996’da Kahramanmaraş  Sütçü İmam Üniversitesi’nde, 1950 Sonrası Türk Şiirinde Bahattin Karakoç adlı teziyle yüksek lisansını, 2000’de Hacettepe Üniversitesi’nde Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme adlı teziyle doktorasını tamamladı. Halen Balıkesir Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi’nde öğretim üyesidir. Bazı akademik ve kültürel dergilerde özellikle roman - şiir eleştirileri/incelemeleri ve şiir ve denemeler  yayımlıyor.

Bilimsel Kitapları

Şiir ve Mekan, Hece Yayınları, 2007 Ankara

Roman Ne Anlatır, Akçağ Yayınları, 2007, Ankara

Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri, 2006, Balıkesir

Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme, Kültür Bakanlığı yayınları 2002, Ankara

Şiir Kitapları:

Ruhumun Evvelyazıları, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1998, Ankara

Çiçekler Satılmasın, Dolunay Yayınları, 1988, Kahramanmaraş

 

G. A.:”Edebiyat ve mekan arasında nasıl bir ilişki var” sorusuyla başlamak istiyorum.

 

M.N. Çok çeşitli sebeplerle ilişki kurulan bütün mekânlarla insan arasında, korunma, barınma, üretme, dinlenme, eğlenme gibi “pratik ilişkiler” olarak adlandırılabilecek yoğun anlamlar vardır. Fakat bu anlamlar, mekânla insan arasındaki ilişkilerinin sadece bir yönünü açıklar. Mekânların dinsel, sosyal, kültürel, sanatsal hatta siyasal kimlikleri vardır ve bu kimliklerin imgesel ve simgesel içerikleri,  onlarla ilişkide olan insanların kimliklerinin oluşmasında önemli etkilere sahiptirler.  Bu açıdan bakıldığında, insanların yaşamış ve düşlemiş oldukları bütün yaşantılar ve bu yaşantıların yansımaları, mekânların hafızalarında durmakta ya da bu zaman ve mekânlar, bilinçli- bilinçsiz hafızanın arketipleri olarak yaşamaktadırlar. Dağlar ve denizlerin inanış sistemleri içindeki yeri, yaratılış ve türeyiş efsaneleri, dinsel, kültürel ve tarihsel muhayyilenin temel kaynakları olarak görülüp incelenmektedirler. Yapılan mekânlar da, onları yapanların ruh ve akıl dünyalarını içlerine sindirdikleri için, aynı zamanda bu ruh ve akıl dünyasını yansıtıcı bir nitelik kazanırlar. Edebiyat ve mekân ilişkisi, bir bakıma, mekândaki bu hafızayı ve hafızalaşmış mekânı, hatıra ve düşler yoluyla çözümlemeye; mekânın yansıtıcı niteliğini görmeye dayanır.  Bachelard, şairin mekânla ilişkisinin duygusal boyutu aştığını söyler. Ona göre şair, şiirsel mekânı keşfederek,  daha derinlere iner. Şiirsel mekân artık, ifade edilmiş olduğu için, genişleme değeri kazanır. Mekân böylelikle, şaire, açılmak eyleminin, büyümek eyleminin öznesi olarak belirir. Değerlendirilmiş mekân, bir eylemdir; mekânın oluşturduğu büyüklük, insanın içinde olsun dışında olsun, hiçbir zaman bir nesne değildir.

 

Sadece doğal çevre ile edebiyatın tarihsel ilişkisini hatırlatmak bile mekan edebiyat ilişkisine dair bir bilgi verebilir: Altay yaratılış destanında Altın Dağ’ın yerle gök arasında, yeryüzünün temel direği olarak algılandığı bilinmektedir. Türk halk şiirinin, en temel çıkış yeri doğal çevredir ve her anonim eser, her âşık, içinde yaşadığı doğal mekânın kardeşi ve çocuğudur. Örneğin Karacaoğlan’ın şirini lirikleştiren en güçlü duygu olan gurbet, sadece sevgililerinden ayrılmanın doğurduğu bir duygu değil; içinde yaşadığı, halleştiği doğal çevreden ayrılmanın da büyüttüğü bir hüzündür.Türküler, maniler, aşık şiirleri, insanı, doğayı ve kozmik olanı bütünlük içinde algılayan kültürün bilgi kuramsal tabanını gösterir. Divan şiirinde, toprağı, suyu, dağı, bitkileri ile doğal çevrenin algılanışı, bilgi kuramsal olarak aslında Halk Şiirinden çok farklı değildir. Divan şairi de doğal olanı, bütüncül varlığın bir parçası olarak görür. Doğuşu Tanzimat yılları sayılan Yeni Türk edebiyatının doğal mekânlarla ilişkisi, kuşkusuz Halk ve Divan Edebiyatlarının izlerini bir parça taşır. Fakat Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadarki edebiyatta mekân algısı, esas olarak, modern Batı edebiyatlarının izinde değişmeye başlamıştır.

 

G.A.: Şiir ve mekan ilişkisinde “hafıza”yı öne çıkardığınız fark ediliyor. Bundan yola çıkarak “mekansızlık, hafızasızlıktır” da denilebilir mi?

 

M.N.: J.Joyce, “Dublin’in görüntüsü bir gün yeryüzünden silindiğinde, bir rehber kitap gibi Ulysses’e bakarak yeniden eksiksiz bir biçimde kurulsun istiyorum” der. Yahya Kemal’in Aziz İstanbul’u, Tanpınar’ın Beş Şehir ve hatta Huzur’u, Abdülhak Şinasi Hisar’ın bütün İstanbul kitapları da bunun peşindedir. Bu kitapları nostaljik bir içe çekiliş olarak görenler elbette yanılırlar. Tam tersi bu kitapların her satırı, yaşanılan ve yaşanılacak olan zaman-mekân ilişkilerinde, olan ve olacak olan kayıpların işaretleriyle doludur. İnsanlar şehirleri kurarlar ve ruhlarını mekâna üflerler ve fakat yapıp etmelerinde, görüp gözetmelerinde de mekânın, zamanlaşarak ruhlarına üflediği devamlılık vardır. Bu gün şehre, sadece eski mimari ve manzaralar şeklinde bir kimlik kazandırılması isteği, modern/postmodern sömürge ekonomisinin mekân algısının, kültürel ve turistik olmasının sonucudur. Görüntü çağının başlamasından sonra ise mekân algısı, neredeyse tüketilebilecek malları sergileyen simgesel binalarda kilitlenip kalmıştır. Televizyonun evlere girmesinden sonra penceresiz monatlara dönüşme tehlikesi bulunan insanların, mükemmel, gerçeksi kurgu ve görüntülerle dolup boşalan bellekleri, odalarının, evlerinin, caddelerinin ve şehirlerinin bellekleriyle, ne olgusal ne de simgesel derinlikli ilişkiler kurabilmektedirler. Oysa orijinalin ve sonsuz yenilenenin ne olduğu, mekânların hafızasında durmaktadır. Bu anlamda şiir de, roman da, öykü de, otobiyografi de, şehrin peteklerinde sıkıştırılmış olarak bulunan hafızayı işaret etmelidir. Edebiyat mekân ilişkisi de bu işaretleri çözümleme işidir. Jameson’ın “zaman, sürekli bir şimdiki zaman haline gelmiş ve böylece mekânsal olmuştur; geçmişle olan ilişkimiz artık mekânsal bir ilişkidir” demesi de bu anlamda olmalıdır.

 

G.A. Kitabınızda sırasıyla, şiirdeki  evi, şehri,  meyhaneyi, hapishaneyi, kırsal mekanları, denizi, dağları çözümlemeye çalışıyorsunuz. 20 ile 50 arasındaki şiirde bu mekanlar ana hatlarıyla nasıl görünüyorlar?

 

M.N.: Cumhuriyet dönemi şiirinde, benzetmeler, istiareler, simgeler, telmihler ve imgeler içinde görünen ev, hafızayı oluşturan ve koruyan canlı bir varlık; yalnızlığı ve çaresizliği barındıran bir kabuk; içerden dışarıya açılmayı öğreten/sağlayan bir eğitim alanı; karşılıklı sevgilerin ördüğü bir ilişkiler ağı  anlamlar barındırır. Ev bağlamında sırasıyla Halit Fahri’yi, Sabri Esat’ı Ziya Osman’ı  ve Necatigil’i anmak gerekir. Şehri, bir medeniyetin somutlaşmış ruhu olarak gören şairler olduğu gibi;  özellikle İstanbul merkezli olarak, güzellik ve uyum düşüncesini uyaran manzaralar olarak gören de vardır. Bazı şiirlerde, yoksulların ve varlıklıların uyumsuzluk içinde yaşadıkları bir çatışma alanıdır.  Bazı şiirlerde, insanı bireyleştiren ve özgürleştiren; her türlü yaşama biçimini barındırdığı için, yüksek bir ritme ve büyük bir enerjiye sahip olan yaşama merkezidir. Ama daha çok, insanî değerleri yiyip bitiren yok edici bir mekândır. Burada en çok hatırlanması gereken şairler, Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Kutsi Tecer, Cahit Sıtkı Tarancı, Orhan Veli Kanık, Behçet Necatigil, İlhan Berk gibi şairlerdir. Yahya Kemal, Cahit Sıtkı, Orhan Veli ve 1940’lı yılların diğer şairlerin ve  Behçet Necatigil’in şiirlerinde meyhane, çok sık görünür ve genellikle olumlu etkileri ile şiire girer. Hapishane şiirlerinde umut ve umutsuzluk genel olarak bir med-cezir halinde yaşanmaktadır. Hapishane ve şiir bağlamında ismi en çok anılması gereken şairler, Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz gibi şairlerdir. Otel, daha büyük oranda 1950’lerden sonra, şehrin içinde yaşayan, modernizmin “ev”lendiremediği ya da “evsiz” bıraktığı “şehirli yabancı”nın mekânı olacaktır.  Fakat Necip Fazıl’ın Otel Odaları  adlı şiiri, modernizmin doğurduğu, ürpertinin, korkunun, acı ve yurtsuzluk duygusunun erken şiiri olarak kaydedilmelidir. Cumhuriyet dönemi şiirinde köy ve kırsal alanlara ve orada yaşayan insanî ve doğal çevreye yönelmenin birkaç temeli vardır: 1. Kırsal, saf, dürüst, sevgi dolu yiğit insanların yaşadığı mekândır.  2. Şehir hayatının kalabalık ve yoğun ilişkilerinden yorulan insanın, daha saf ve daha basit ilişkiler alanı olarak özlediği yerdir. 3. “halkçılık” ilkesine de bağlı olarak, ekonominin ve kültürün kaynağıdır. 4. Sosyalist temele bağlı olarak yoksulların, terkedilmişlerin, ezilmişlerin, üretimi artıracak teknolojiyi ve hakça paylaşımı bekledikleri mekândır. 5.Şiir -deniz ilişkisi, birkaç temel ilişki düzeneğinde toplanabilir: 1. Özellikle romantik dönemden gelen etkileri de içeren doğal olana kaçma; sığınma ve doğanın düzeninden, enerjisinden beslenme bağlamında deniz.  2. Uygarlıkların kültürel temellerini besleyen bir iklim ve coğrafya olarak deniz. 3. Bireyin içinde mikro kozmik yaşantılar uyandıran, simgeleri ve imgeleri doğuran bir evren olarak deniz. 4. Gündelik yaşamalara katkı sağlayan, yaşama sevincini besleyen bir imkân olarak deniz. Şiir-deniz bağlamında Yahya Kemal, Hâşim, Tanpınar, Orhan Veli anılmalıdır. Şiir-dağ ilişkisinin de birkaç temele bağlı olarak göründüğünü söylemek mümkündür: 1. İlk kuşak hececilerle gelişen Anadolu ve kırsalı sevgisinin bir parçası olarak dağ. 2. Şehirden kaçış ve doğal olana sığınma olarak dağ 3. Çeşitli duyguların simgesel mekânı olarak dağ.

 

G.A.: Çalışmanızın çerçevesini 1920-1950 olarak belirlemenizin sebepleri var mı?

 

M.N.: Şu bir gerçektir ki, poetik eğilimlerin, tematik dağılma ve yoğunlaşmaların, ideolojik ve bireysel şiirin, olgucu ve soyut şiirin, birlikte göründüğü ve her eksenin önemli şairler yetiştirdiği tek dönem Cumhuriyet dönemidir. Bu dönemin estetik, kültürel, politik ve kişisel arka planı, şairin ve şiirin mekânla ilişkilerini etkilemiştir. Yahya Kemal’lerin, Hâşim’lerin, Necip Fazıl’ların, Nazım Hikmetler’in Asaf Halet’lerin yaşadığı yıllardır bu yıllar. Şiir muhatapları, bir taraftan Yahya Kemal’in kolektif ruhu plastikleştiren  şiirini; bir taraftan Hâşim’in muhayyel ve muğber şiirini; bir taraftan da Necip Fazıl’ın modern/sembolik ve bunaltılı bireyini hazmetmeye çalışır. Aynı yıllar içinde, Garip Hareketi’nin geleneği yakıp yıkmak isteyen şiiri; Nazım Hikmet’in serbest ritimli, akışkan ve sosyal nitelikli şiiri; tasavvuf disiplinini ve mistik Budist anlayışı şiirlerine yediren Asaf Halet şiiri de görülür. Daha önce Mehmet Emin ve Ziya Gökalp’le uç veren “milli şiir”, “ulusal” bir içerik, iddia ile ideoloji ve edebiyatı başka bir şekilde birleştirmeye çalışır. Şairlerin mekân algısında, bu poetik, ideolojik ve tematik etkilerin izleri olduğu açıktır.

 

G. A.:  Sizin de işaret ettiğiniz gibi bu otuz yıl –Cumhuriyetin ilanı, Atatürk’ün ölümü, Milli Şef dönemi, çok partili hayata geçiş denemeleri gibi-  siyasal ve sosyal bakımdan da Türkiye’nin hızlı bir değişim yaşadığı, edebiyatın siyasal arka planının çeşitlendiği yıllardır. Bu çeşitlilikle şairlerin mekan algısı arasında bir  bağ kurulabilir mi? Yani Farklı siyasal arka plana sahip şairler aynı mekana aynı gözle mi bakarlar?

 

M.N.: Az önce değindiğim gibi dönemin estetik, kültürel, ideolojik ve kişisel arka planı, şairin ve şiirin mekânla ilişkilerini etkilemiştir. Açık bir gerçektir ki Yahya Kemal, medeniyeti oluşturan kolektif ruhun peşinde olduğu için, İstanbul’u şiirinin merkezi haline getirmiştir. Hâşim’in kaçan, gizlenen kişiliği, bütün mekânları ve varlığı, bir siluet halinde görmüş ve şiirini de loş mekânlara benzetmiştir. Anadolu’yu, kurtuluş, arınma ve dirilme mekânı haline getiren, hece kuşağı şairlerinin milli ve romantik ülkücü tavırlarıdır. Şehrin, kırsalın, hapishanenin, yoksul ve ezilmiş kimselerin onurlu ve asi duruşu, Nazım Hikmet’in ve onu izleyenlerin diyalektik materyalizminden doğar. Bu temel üzerinde boy veren romantik devrimci tavır, lirizmi ve epiği sentezleyerek ortaya yeni bir şiir koyar. Necip Fazıl’daki modern bunalım, şehri, bir labirente; mistik duruş ise şehri, muşamba bir dekora çevirir. Tanpınar, değişen içindeki değişmeyeni, sonlu olanın içindeki sonsuz olanı aradığı için, su ve müzik sesiyle rüyâya dalar. Orhan Veli, yaşayan ve zevk alan; duyusal gerçekliği yeterli ve geçerli bulan “küçük adam”ı yazmak istediği için, meyhanelerde, deniz kıyılarında, sinemalarda, şehrin en canlı yerlerinde gezer. Cahit Sıtkı’yı meyhanelere götüren de, derin bir kuşatılmışlık ve kapatılmışlık duygusudur. Dağlarca, varlığı, zamanı ve mekânı, kendi bedeninde, ruhunda ve düşlerinde yeniden var kılmak için bir evren yolculuğuna çıkar. Aynı dağlarca, emperyalizme karşı, Anadolu destanını yazar. Ziya Osman’ı geçmişe;  Behçet Necatigil’i eve bağlayan, estetik ve siyasal bir arka plandan çok, kişilikleridir. Ziya Osman, anneli, babalı, eşli ve çocuklu bir ev kurmak ister. Necatigil, ev ve çevresinden çıkarak hayatın her yerine girmeye çalışır. Sanat anlayışında “güzel ve faydalı” baş yeri almasaydı; Bedri Rahmi, Anadolu’ya ve onun işlevsel estetik ürünlerine aşık olmazdı.

 

 

DERGAH Edebiyat Sanat Kültür Dergisi Sayı 213 Orta Sayfa Sohbeti

 

 

 

www.hasanejderha.blogspot.com
 


Hasan EJDERHA



SANA SUSUZLUĞUMLA SUSUYORUM



Damlamadı kelimelere mana

Yediğim bütün etleri kusuyorum

Çün artık haram kelimelerin eti bana

Söz bitti sana susuzluğumla susuyorum.





Ş İ İ R
 
Hasan EJDERHA
SEN BEN OLUNCA


Ben seni gördüm dün ben içinde
Neden sen yoktun bendeki sen içinde
Olduğum zaman yokum ve sen de yoksun içimde
Ne zaman görüneceğiz ikimiz sendeki ben içinde

Yürüyor hayat, hayatı yürüyorum bir biçimde
Sadece sen kalıyorsun bende, tüm yolcular gidince
Ben tükendikçe sendeki ben içinde
Sen çoğalıyorsun bendeki sen içinde
 

 
toplam 27505 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol